24 Ocak 2015 Cumartesi 15:00 |
|
Göreve başladığım her ilçede, ilk günlerde bütün köyleri hızla gezerim. İlk gözlemlerime inanır ve önem veririm. Henüz kanıksamadan, alışmadan yaptığım gözlemlerde büyük isabetler görürüm. Havranda da göreve başlar başlamaz köyleri gezmeye başladım. Sıra Taşarası köyüne gelmişti. Taşarası köyü adı gibiydi. Taşların arasında, bir dere içinde kurulmuş minnacık, şirin mi şirin bir köydü. Köye vardığımda şaşırdım. Köyde tarlalar katırla sürülüyor, ekinler orakla biçiliyor ve katırlarla harman yerine taşınıyordu. Köy adeta yüzyıl önceyi yaşıyordu. Türkiye’nin en batısında bu kadar geri kalmış bir köy görebileceğim aklımın ucundan bile geçmiyordu. Köyün arka sokaklarını daha doğrusu patikalarını gezerken şaşkınlığım iki katına çıkmıştı. Taş duvarlı, tek odalı, çatısı sazlarla kaplı bir “ev”in önünde, taşın üzerinde oturan seksen yaşındaki bir nine dikkatimi çekti. İki büklüm, bir deri bir kemikti. Uzun, meşakkatli bir ömrün çilesi yüzündeki derin çizgilerden rahatlıkla okunabiliyordu. Ne günler görmüştü kim bilir? Katırlarla ne tarlalar sürmüş, orakla ne ekinler biçmişti kim bilir? Sonradan adının “Hanım” olduğunu öğrendiğimiz nineye selam verdiğimde, büyük bir sevgi ile selamıma karşılık vermişti. Çektiği tüm acılara rağmen genlerindeki misafirperverlik, merhamet ve saygı kaybolmamıştı anlaşılan. Tek odalı evine davet etmişti bizi. Eve elektrik bağlanmamıştı, gaz lambasıyla aydınlatılıyordu. Tüp ve ocak da yoktu. Onun yerine açılan bir deliğin altında odun ateşiyle yemekler pişiriliyordu. Tek odalı evde kullanılabilecek hiçbir eşya görememiştim. Yatak olarak kullanılan birkaç minder ve evin baş kösesinde Yörük köylerine mahsus eski, rengarenk bir çeyiz sandığı dikkatimi çekiyordu. İçme ve kullanma suyu da dışardan taşınıyordu. Bu şaşkınlık içinde bağdaş kurup oturduğumuzda anlatmaya başlamıştı. Şaşkınlıkla dinliyor, duyduklarımıza inanamıyorduk. 1954’te kocası Mustafa’yı dualarla askere, peygamber ocağına göndermişti. Artık o bir asker eşiydi, hem de bir bahriyelinin eşi. Ne kadar da gurur duyuyordu. Kucağında bir yaşındaki “Asım” bebeğine her gece babasının hatıralarını anlatırken ninniler söylüyordu. Sık sık mektuplaşıyorlar, sevgilerini mektupla birbirlerine ifade ediyorlardı. Babası askere gideli altı ay olmuş ve Asım bebek yürümeye hatta “baba” bile demeye başlamıştı. Hanım gelin çok mutluydu… Ama bu mutluluk ve ümitli bekleyiş çok uzun sürmemişti. Güzel bir bahar sabahı Hanım gelin kâbuslar görerek uyanmıştı. O gün içinde izah edemediği bir sıkıntı vardı. Cuma pazarından dönen Muhtar, Hanım gelin’e sarı zarflı bir mektup getirmişti. Hanım gelin mektubu aceleyle açtırıp muhtara okuttuğunda olduğu yere yığılıp kalmıştı. Gururla askere gönderilen Mustafa’sının bir deniz kazası sonucu öldüğü ve cesedinin de bulunamadığı yazıyordu. Yapayalnız kalmıştı. Daha bir buçuk yaşına henüz gelmiş olan Asım bebek artık yetimdi. Zorlu bir hayat mücadelesi böylece başlamış oldu. Elektriksiz, susuz, tüpsüz, sobasız, çatısı yarma çam tahtalarıyla çatılmış, üstü sazlarla örtülmüş bu tek odalı evde zorlu bir yaşam mücadelesi Hanım gelini bekliyordu. Artık o, evinin hem erkeği, hem kadınıydı. Asım bebek Mustafa’nın ona emanetiydi. “İşte Kaymakam Bey ben bu eve gelin geldim” diyordu Hanım gelin. O bir gelindi. Seksen yaşında bir gelin. Kocası askere gitmiş ama henüz dönmemişti, dönememişti.Acaba bir gün ansızın gelirmiydi? Ölüsü bulunamadığından mı, cenazesi getirilemediğinden mi bilinmez ama Hanım gelin hala kendisini kocası askerde bir gelin gibi görüyordu. Onun bu genç yaşta, zamansızca ölmüş olabileceğine inanmak istemiyordu. Gözlerimiz yaşarmış hayretler içerisinde bu asil Türk annesini, bu şehit eşini dinliyorduk. Yasal anlamda eşi şehit kabul edilmediği için herhangi bir sosyal bir güvencesi de yoktu Hanım gelinin. Ama ne fark ederdi. Eşi kutsal bir görev yaparken, vatani hizmetini ifa ederken, bizim kucağımızda devletin himayesinde ölmedi mi? O halde benim ölçülerime göre o bir şehit eşiydi. “Hanım teyze! Sen bir şehit eşisin! Bundan böyle her sözün bizim için bir emirdir. Emret yapalım, dile benden ne dilersen!” dediğimde, gayet emin, mağrur ve müstağni bir edayla hiçbir isteğinin olmadığını söylüyordu. Hanım teyzeye ömrünü geçirdiği tek odalı bu barınağı yıkıp yerine bir şehit eşine layık güzel bir ev yapmayı teklif ettiğimde kesinlikle kabul etmemişti. Çünkü o, bu eve gelin gelmişti. Günlerce ısrarım sonucunda kabul etmişti ev teklifimizi. Hanım teyze gözümüzü açmıştı. Bizi gafletten uyandırmıştı. Arka sokaklarda başka Hanım teyzelerin de olduğunu fark ettirmişti bize. Köyün tamamını gezdiğimde evlerin birçoğunun tek odalı bazılarının da iki odalı olduğunu tesbit etmiştik. Kendimizi farklı bin gezegendeymişiz gibi hissediyorduk Yaptığımız incelemelerde Havran’da dört köyün Taşarası ile benzer özellikler taşıdığını tesbit ettik ve “Taşarası, Karalar, Hüseyinbeşeler ve Kozdere Köyleri Eğitim, Sosyal Yaşamı Geliştirme Kalkındırma Projesi” böylece başlamış oldu. Şimdi Devletimizin destekleriyle 42 ailemiz yeni ve modern evlerine kavuştu. Hanım gelini ailecek ziyarete gittiğimizde; etrafı ahşap çitlerle çevrili yeni evinin bahçesinde yetiştirdiği sebzeleri bize ikram etmesi, bulaşıklarını ve çamaşırlarını artık makinede yıkaması ve “Allah bu devlete ve millete zeval vermesin” diye dualarda bulunması bize inanılmaz bir güç ve cesaret veriyordu. Fatih GENEL
| ||||||
Okunma Sayısı
: 16423
| ||||||
|